
Burası 13.yy sufi Şeyh’i Mevlânâ ile 20.yy mistiklerinden Osho'nun öğretilerinden etkilenen, özlerindeki anlamları kavrayarak, deneyimlemeyi seçenlerin yollarının kesiştiği bir buluşma noktasıdır.
Osho’nun; sufi geleneğini, zen ve budizmle kaynaştırarak oluşturduğu ve insanoğlunun varoluş rüyasındaki yolculuğunu sorgulayan yaklaşımına vurulmuş, Mevlana’nın sevgiliye duyduğu aşk ile büyülenmişiz.
Bu iki izden giderken;
varoluşa, sevgiye, hoşgörüye, barışa, farkındalığa ve insana dair her şeyi kucaklamak düşüncesi ile Tasavvuf, Budizm, Tao ve Zen’e ilişkin paylaşımlarda da bulunma amacımız Yeni Bir Hayata ve Yeni İnsan'a duyulan özlemimizi, öksedeki bir kuşun çığlığına dönüştürdü.
Mevlânâ’da insan, ölümlü ile ölümsüzü, iyi ile kötüyü, ilahi ile beşeriyi benliğinde toplayan bir birleştiricidir. İnsan ölümsüzlüğün, ölümlü beden içinde tekamül seyrini yaşamak için bu alemdeki görünümüdür. İnsan varlık ağacının meyvesidir.
Bir rubaisinde şöyle seslenir:
“Suret suretsizlikten meydana geldi. Varlık peteğini ören arıdır. Arıyı vücuda getiren, mum ve petek değildir. Arı biziz, şekil ve çokluk sadece bizim imal ettiğimiz mumdur. Şekil ve cisim bizden vücuda geldi, biz onlardan değil; şarap bizden sarhoş oldu, biz şaraptan değil.”
Yine Mevlânâ şöyle seslenir:
"Murat sensin. Neden oraya buraya koşuyorsun? O, sen demektir. Ama sen, sakın ben deme, hep sen diye söyle. Göz dürüst görürse, sen O olursun. O da sen olur."
Mevlânâ varlığın özüyle, yani yaratıcı kudretle insanın özünü birleştirmiştir. İnsanın şeref ve yükümlülüğü, zevki ve çilesi işte bu birlikten kaynaklanmaktadır. Bu birlik insanı varlığın gayesi yapmıştır. Varlık, anlamını insanla kazanır. Yaratıcı eserini insanla seyreder, zira insan hakkın gözü ve aynasıdır. İnsan, ne olduğunu anlamak için nereden geldiğini anlamak zorundadır. İnsanın bu şerefi bedava değildir. Bu şerefin beraberinde getirdiği sorumluluk ve ıstırap da büyüktür. İnsanın şerefi gibi, sorumluluğu ve ıstırabı da varlığın en büyük sorumluluk ve ıstırabıdır. Mevlana'nın kavgası eşyaya boyun eğen insanı, eşyayı boyun eğdiren bir yaratıcı benlik haline getirmek içindir.
Mevlânâ’ya göre böyle bir anlayış Yaratıcı kudretten koptuğunun bilincinde olan insanın nasibidir. “Tanrı, ululuk sırlarını insanda belirtmiştir. İnsanın önünde canla, gönülle, bedenle gerçekten bir secde ettin mi ne yana dönersen orası gönlüne Kâbe olur.”
Şöyle seslenir yüce Mevlânâ:
“"Ey Hakk"ın kitabının kopyası olan sen
Ey padişahın güzelliğine ayna olan sen,
Alemde senin dışında olan bir şey yoktur.
Ne istiyorsan kendinden iste, kendinden ara...
Ne arıyorsan sensin, sen" Fîhi Mâ Fîh., s. 121.
” Mevlânâ’nın büyüklüğü hakkında fikir sahibi olabilmek için O’nun, İnsanın aslında ne kadar güçlü bir varlık olduğunu anlatmak için söylediği, tüm kültürleri kucaklayan, çağları aşan şu ifadesine kulak vermek bile yeterli: “Kendine gel, yepyeni bir söz söyle de dünya yenilensin! Sözün öylesine bir söz olmalı ki, dünyanın da sınırını aşmalı. Sınır nedir, ölçü ne? Bilmemeli!”
İyilik, kötülüğün üstesinden gelebilmek ve onu yenebilmek olduğundan varlık sahnesindeki iyilikler ve barışlar Mevlânâ’ya göre beraberinde kötülük ve mücadelenin varlığını da zorunlu kılmaktadır. İnsan, varlık ailesinin diğer üyeleri arasındaki imtiyazını ve değerini, varlığının zıt unsurları arasındaki çatışmayı olması gereken denge ile çözümleyerek elde etmektedir. Bir anlamda insan varlığındaki bu zıtlık, insan değerinin üzerinde yükseldiği bir ön şarttır.
Mevlânâ; yerlerin ve göklerin yüklenmekten çekindikleri ancak insanın cüret göstererek yüklendiği ilahî emanetin insanın akıl ve irade sahibi sorumlu bir varlık olması olduğunu belirtir. Bu nedenle her bir insanın değerini belirleyen kıstas Mevlânâ’ya göre insana tevdi edilen ilahî emanete vefa göstermedeki başarısıdır.
Mevlânâ’ya göre insanın dünyadaki başlıca görev ve ödevi, kendi varlığının hakikatini bilmesidir. Bir insan kendi varlığının hakikatini bilmedikten sonra dünyada hangi hüner ve bilgiye sahip olursa olsun Mevlânâ’ya göre asıl görevini ihmal ettiğinden muteber bir iş yapmış sayılmaz. Mevlânâ bu hususu verdiği şu örnekle îzah eder:
"Meselâ; bir padişah seni belirli bir iş için bir köye gönderse, sen de gidip yüzlerce iş yaptığın halde onu yapmadan dönersen, esasen hiçbir şey yapmamış sayılırsın. İnsan da bu dünyaya bir iş için gelmiştir ve gayesi odur. Eğer onu yapamazsa hiçbir şey yapmamış olur." Fihi Ma Fih, s.23
Mevlânâ’da insan, varlık zincirinin son ve tamamlayıcı halkasını teşkil etmektedir. Varlığı itibariyle insan, her iki âlemi de kendinde barındırmakta ve ruh-beden bütünlüğünden meydana gelmektedir. İnsan, varlık ailesi içindeki imtiyazını doğrudan Kaynakla irtibat kurabilen ruhundan, aklından ve gönlünden almaktadır. Bu doğrultuda Mevlânâ insanın kendi hakikatini bilmesini Yaratıcısını bilmekle, Rabbini bilmeyi de kendini bilmekle özdeş görür. İnsan türüne ait bahsedilen eşsiz imtiyaz, her insanda potansiyel olarak bulunmaktadır. Ancak her bir insanı değerli yahut değersiz kılan Mevlânâ"ya göre gönlünü nasıl inşâ ettiğidir. Çünkü insan, Mevlânâ"ya göre gönlünden ibarettir.
Ve bütün bu hakikatlerin üstüne günümüz diliyle Osho şöyle der:
‘‘Eski insan kavramı materyalist ya da maneviydi, ahlaki ya da ahlakdışıydı, günahkar ya da azizdi. Bölünmüşlüğe, ayrıma dayalıydı. şizofren bir insanlık yaratıyordu. İnsanlığın tüm geçmişi hasta, sağlıksız, deli olagelmiştir. Beş bin yıl içinde, beş bin savaş verildi. Bu tamamen çılgıncadır; inanılmazdır. Aptalca, akılsızca, insanlık dışıdır. İnsanları ikiye böldüğün zaman onun için üzüntü ve cehennem yaratırsın. Asla sağlıklı olamaz, asla bütün olamaz; reddedilen diğer yarı intikam alıp duracaktır. Kendine dayattığın yarıyı alt etmek için yollar ve yöntemler bulup duracaktır. Bir savaş meydanı olacaksın, iç savaş meydanı. Geçmişte durum buydu. Geçmişte gerçek insanlar olamıyorduk, yalnızca insansılar oluşturabiliyorduk. İnsansı insana benzer ama tamamen sakat, felçlidir. Bütünlüğü içinde çiçek açmasına izin verilmemiştir. Yarımdır ve yarım olduğu için hep acı ve gerilim içindedir; kutlayamaz. Yalnızca bütün bir insan kutlayabilir. Kutlama bütün olmanın kokusudur. Yalnızca bütün olarak yaşayan bir ağaç çiçek verebilir. İnsan henüz çiçek vermemiştir. Geçmiş çok karanlık ve kasvetliydi. Ruhun karanlık gecesiydi. Ve baskılanmış olduğu için saldırgan oldu. Bir şey baskılanırsa, insan saldırgan olur, her tür yumuşak niteliği kaybeder. şimdiye dek hep böyleydi. Eskinin bir yana bırakılması, yeninin müjdelenmesi gereken noktaya geldik.’’
"Benim yaklaşımım her bireyin içine bir köprü kurmak, öyle ki tek bir bütün olabilesiniz.
Bedeninize karşı olmayın; o sizin eviniz.
Bilincinize karşı olmayın, çünkü bilinç olmadan eviniz çok iyi dekore edilmiş olsa bile, boş olur. Bunlar birlikte bir güzellik, daha dolu bir yaşam yaratırlar.
Sembolik olarak ben beden için Zorba'yı ruh için de Buda'yı seçtim. Söylediğim her söz-ister Zorba ister Buda hakkında olsun- otomatikman diğerini ima eder, çünkü benim için bunlar ayrılmazdır. Bu sadece bir vurgu meselesidir. Zorba sadece başlangıçtır. Er ya da geç, eğer Zorba'ya tam ifade gücü verirseniz; daha iyi, daha yüksek, daha büyük bir şeyi düşünmek zorundasınız. Bu, düşünmeyle olmaz; bu, deneyimlerinizden ortaya çıkar. Buda bir Buda oldu çünkü bir Zorba hayatı yaşamıştı.
Buda arayışı Zorba'dan yola çıktı. Herkes Buda olmaz ve bunun esas nedeni Zorba'nın yaşanmamasıdır. Bedenininizden, fiziksel varoluşunuzdan zevk alın"
Osho